Bir Hikâye. Tahta At


                                   BİR HİKÂYE- TAHTA AT
           
            Altmış yıldır oturduğum baba evimin çatısından indirdiğim tahta atıma bakıyordum. Eski koltuğa oturup tahta atı önüme çektim. Küçükken, hemen hemen bütün oyuncaklarımın bir hikâyesini dinlemiştim hem annemden, hem babamdan. Tahta atımın hikâyesini hepsinden fazla severdim. Bu hikâyede babamın bana olan sevgisi, yaratıcılığı, çalışkanlığı, fedakârlığı; hepsi vardı. Tahta atımın hikâyesini annem anlatmıştı. Benim çok iyi hatırladığım bir anı değildi. Çünkü üç yaşlarında küçük bir çocuktum.
            Batıdaki ilçelerden birinde yaşıyorduk. Babam kaymakamlıkta odacı olarak çalışan biriydi. Annem ise ev hanımıydı. Fakat evin geçimine katkı sağlamak için her işi yapıyordu. Biraz büyüyünce bütün bunlara şahit olmuştum. Kimin düğünü var, kimin cenazesi var, onlara yardım için gider; helva mı yapılacak, yemek mi yapılacak, gelin veya sünnet odası mı hazırlanacak; hepsine koşardı.
            Elinden her iş gelirdi. Zamanla yardımlarına alışan komşular onun marifetlerini öğrendikçe, kendi arkadaş çevrelerinde övmeye başlamışlar, böylece anneme birçok iş sağlamışlardı. Artık annem bu yardımlarının karşılığında gönüllerinden ne koparsa alıyordu. Bazen para, bazen bir elbise, bazen yapılan yemeklerden…
            Babam da çok becerikliydi. Onlarla gurur duyardım. Benim annemle babam gibisi yok derdim.
            Tahta atımın hikâyesi de babamın beceri hikâyelerinden biriydi aslında.
            Dediğim gibi; çok küçük olduğum için iyi hatırlamıyorum. En iyisi annemin ağzından anlatayım.
            Artık sekiz yaşındaydım. Tahta ata binmiyordum. O, bir köşede duruyordu. Anneme sormuştum: “Anne bu atı nereden almıştınız?”Diye. Annem: “Hiçbir yerden almadık oğlum.” Demişti. Yine sormuştum: “Komşular mı verdi? Hangisi?”
            O zaman annem anlatmaya başladı.
            -Bu tahta atı baban yaptı oğlum. Arkadaşın Samet var ya; ona babası İstanbul’dan oyuncak at alıp getirmiş. Sen gördüğün zaman isterim diye tutturmuştun. Daha çok küçüktün. Ne yaptıysak ağladın, susmadın. Allahtan o sırada anneannen geldi köyden. Sana minik bir civciv getirmişti de susmuştun. Bir kaç gün aklına at filan gelmedi. Civcivle oyalandın.
            Bir akşam baban eve biraz geç gelmişti. Kıştı, hava çok soğuktu. Arabacı Mahir’le kocaman bir ağaç kütüğü indirdiler kapının önüne. Her kış öncesinde baban kırlara gider, kuru ağaç dalları toplar, yol kenarına yığar; sonra arabacı Mehmet’le beraber oraya gidip dalları getirirlerdi. Her hafta aynı şeyi yaparlardı. Mahir bir kazada ölünceye kadar böyle devam etti. Allah rahmet eylesin çok iyi bir insandı Mahir. Karşılığında hiçbir şey istemezdi. Bir anacığı vardı; ona ve kendisine, ne pişirdiysem kaplara koyar verirdim. Ertesi gün kapları getirmesini tembihleyerek. Neyse; koca kütüğe gelelim.
            “Koca kütüğü nasıl yakacağız Mustafa?” Dedim. “Kolay parçalanmaz bu kütük.”
Baban; “Yakmayacağız zaten Hayriye” Dedi. “Ya ne yapacağız Mustafa, karşısına geçip seyir mi edeceğiz?”
            Baban güldü: “At yapıp üstüne bineceğiz Hayriye.” Deyince ben de gülmüştüm. Kütüğü ne yapacağını anlamıştım oğlum. O zaman babanı daha çok takdir ettim. Senin baban bulunmaz bir adamdı. Ertesi akşam yemekten sonra yere eski çarşaf yaydım. İkimiz kütüğü içeri taşıdık, çarşafın üzerine koyduk. Öyle ağırdı ki. Baban alet edevatını getirip yere oturdu, çarşafın ucunu bacaklarına örttü. Ve yontmaya başladı. “Yongaları da yakarsın artık Hayriye. Al sana yakacak!” Dedi.
            İşte böyle başladı senin atının hikâyesi. Geceleri çalıştığı için bir aydan fazla sürdü. Sonra güzelce boyadı. Ben de kırmızı ipten yularını ördüm. Her gece işi bittikten sonra sarıp diğer odada bir köşede sakladığımız için sen bitene kadar görmemiştin atı.
            Bir sabah uyandın, mızmızlandın, kalkmak istemedin. Ben de sana dedim ki; “Gözlerini aç bakalım. Kapıda ne varmış? Kim getirmiş acaba bunu? Deyince meraklanıp yatağına oturdun. Tam o sırada oda kapısından içeri giren baban, atı itip; “Haydi Deh! Dıgıdık dıgıdık! Çekilin yoldan, geliyor Can’ın atı.” Demişti. Sen yataktan atladığın gibi atın sırtına binmiştin. O anki sevincini görecektin.
            Baban;” İşte Hayriye! Tüm zahmetlere değmedi mi?”Demiş, mutluluktan gözleri yaşarmıştı.

            “Ben altmış yaşındaki Can… Şimdi anne ve babamı sevgiyle, rahmetle anarken; yarın dördüncü yaşını kutlayacağımız torunum Hakan Can’a hediye edeceğim bu tahta atı güzelce temizleyip, kocaman bir kutuya koyup paketleyeceğim. Ben ve oğlum Ercan’dan sonra bu ata binen üçüncü nesil olacak. Hikâyesi ile birlikte nesilden nesile gider mi bilmem. Onu da benden sonrakiler düşünsün.”
           
                                                                                                                      17.12.2018
                                                                                                                Nesrin Sönmezışık

           
             
           

Yorumlar