Şehir; Bursa.
Orta okulu bitirdiğim yaz, ilçemiz Biga’da
Lise olmadığı için öğrenimime yakınlığı dolayısı ile Bursa’da devam etmem konusunda ailemle, zor da olsa anlaşmıştık. Daha doğrusu anne babam
öyle istemişlerdi. Ben de kabul etmiştim.( Ben aslında mimarlık okumak
istiyordum.)Bursa’da okumam okumam
konusunda ısrar etmişler, ben de zoraki kabul etmiştim. O zamana kadar
yuvadan hiç ayrılmadığım için bu bile aileme zor gelmişti. O yaz kendimizi buna alıştırmakla ve hazırlık yapmakla geçmişti.
Anneme kalsa ortaokul yeterdi. “Alim mi” olacaktım yani!”Fakat babam ve ben
öyle düşünmüyorduk. Ayrılmak ne kadar zor gelse de buna göğüs
gerecektik. Karar verilmişti bir kere.
O yazı
olabildiğince eğlenceli geçirdik. Köye
teyzeme gittik, Karabiga’ya denize gittik. Ve Bursa’da giyeceğim, elbise, ayakkabı,
önlük ( kız lisesinde o zaman kara önlük
giyiliyordu.), (kitap ve defterler Bursa’da alınacaktı.) hemen her şey
düşünülüp hazırlandı. Yorgan battaniye dahil.
Tabii
önce bir kız talebe yurdu ayarlandı. Galiba tek yurt orasıydı; Aykaç Kız Talebe Yurdu.
Kayıtlar için Bursa’ya gidildi. Yurda ve Okula( Bursa Kız
Lisesi) kayıt yapıldı. Heyecan içinde
günleri saydık.
Ben o
zamanlar, korkak, ürkek, asosyal, kendine pek güveni olmayan bir kız
çocuğuydum.
Pek fazla arkadaşım da yoktu benim. En yakın arkadaşımla beraber gidecektik
Bursa’ya. Ben ondan güç alıyordum, o benden. İkimiz de ürkek tavşan gibiydik.
Genç kızlığa yeni adım atmış, zayıf nahif, iki kız çocuğu. Bizi nelerin
beklediğini bilmeden kendimizi Bursa’da
Aykaç yurdunda bulduk.
Biraz
yurt binasından söz etmeliyim. Yıl 1959
eylül. Bina o zamanın ahşap, bağdadi köşklerinden biriydi. Daha sonra Bursa’ya
alıştıkça, hafta sonları sokağa çıktığımız z aman, okula giderken Yurt binamıza
benzeyen pek çok ev olduğunu görmüştük. Ev demek biraz hafif kalıyor. Hepsi
birer köşktü. En az üç katlıydılar. Bizim yurt da üç katlıydı. Yan tarafında
ayrı bir kapısı vardı. Bu kapı bahçeye açılyordu. O kapıdan girdiğinizde hemen
sol tarafına ek bir bina yapılmış, mutfak ve kiler olarak kullanılıyordu. Asıl köşk kapısı ki( artık biz o binaya köşk
gözüyle bakıyorduk) iki kanatlı, kocaman bir kapıydı. Büyük mermer bir salona
açılıyordu. Kapının tam karşısında iki taraflı, ahşap cilalı trabzanlı merdivenlerle bir üst kata çıkılıyordu.
Burası da büyük bir salondu. Pencere altında sedirler, masalar, sandalyelerle
çalışma salonu olarak düzenlenmiş, salonun dört köşesindeki odalar yatakhane olmuş,
içine büyüklüğüne göre 8 -10 somya konmuştu. Bu salonda banyo, tuvalet ve
yanından yukarı kata çıkılan merdivenler vardı. Orası da aynı orta kattaki gibi
odaların hepsi yatakhaneydi.
Uzun
uzun anlattım. Biraz da o devirdeki köşkler hakkında biraz bilgi vermek içindi.
Genelde yapılar böyleymiş. Ufak tefek ilaveler, ihtiyaca göre tadilatlar
dışında kullanım alanları bu şekilde imiş. Tabii ki salonların ortasına
kurulmuş büyük, döküm kömür sobaları unutmayalım.
Kışın
sobalar harıl harıl yanardı. Fakat yatakhaneler buz gibiydi. O kadar çok
üşürdüm ki hiç unutamam. Biga’dayken de kış hem uzun hem de çok soğuk olurdu.
Annemin bana zorla yedirdiği tahin pekmezi Bursa’da çok aradım. Demek ki faydası oluyormuş üşümeye
karşı.
Yurda geldiğimiz ilk gün çok komiktik. O zaman
gülemiyordum. Şimdi gözümün önüne geliyor da
yazarken de gülüyorum. Biz, babam,( annem gelmedi), arkadaşım Saliha(
Canım kardeşimdi o benim), babası da gelmiş miydi hatırlamıyorum, denklerle
yurdun önünde indik arabadan. O zamanlar
bu durum komik gelmiyordu, hatta utanç vericiydi. Köyden indim şehire” gibi
görüyordum durumu. Sanki sadece biz öyleydik. Halbuki gelen öğrencilerin hepsi aynı durumdaydı. Çocukluk işte!
Akrabaların
yanına sığınmak için gelmiş gibi kapıyı çaldık. Kapıyı kim açtı şimdi
hatırlayamıyorum. İçeri girdik. Evin büyüklüğünü görünce daha bir yabansılandık. Adeta ürktük. Sol
taraftaki odadan gri takım elbiseli, kravatlı filan orta yaşlı bir bey çıktı.
Babamla tokalaştılar. Yurt müdürü olduğunu ve yurdun sahibi de olduğunu filan
söyledi. Daha neler konuştular. Osman diye bir hizmetli vardı. Eşyalarımı bir
üst kata çıkardı. Biz müdürün( Zekeriya Aykaç) Allah rahmet eylesin,
odasında kayıt işlemleri tamamlanıncaya
kadar iki ürkek tavşan olarak oturduk. Adımızı soy adımızı sorarken farklı
olduğunu gören Zekeriya Bey şaşırdı.”Ben kardeş olduklarını sanmıştım, hatta
ikiz zannetmiştim.” Diye şaşkınlığını dile getirmişti. Babam da:” Kardeş
sayılırlar Müdür Bey! İlk okuldan bu yana hiç ayrılmadılar. Zaten Saliha’nın
babası da çok yakın arkadaşımdır. Onun da adı Yusuf üstelik.” Diye cevap
vermişti. Zekeriya Bey:” Ben de onları ikizler diye kabul ediyorum bundan sonra
.” Demişti.
Okulların
açılmasına henüz bir iki gün vardı. Biz Saliha’yla yan yana somyalara
eşyalarımızı yerleştirdik. Bize gösterilen dolaplara özel eşyalarımız,
giysilerimizi koyduk. Hala sessizdik. Babam da gidince iki garip kuş gibi
kalakalmıştık. Bizden önce gelen başka öğrenciler de vardı elbette. Kimi
kardeşiyle gelmişti, kimi yalnızdı. Karnımız da bir acıkmıştı ki. Annemin
verdiği kurabiyeleri yemeğe de utanıyorduk. Neyse Müdür Bey bize yemekhaneyi
göstererek oraya geçmemizi, yemek yiyeceğimizi söyleyince sevindik. Aşağıdan zil çalan Osman abi
yukarıdakilere yemek zamanını haber verdi. Hepimiz önce selamlaştık. Sekiz on
kişiydik. Masalara oturduk. Bardak tabak ve çatal kaşık vs. ve ekmek sepeti
vardı. Masanın ortasına karavana kondu.
Çorbaydı. İnanın ne çorbası içtik, ne yemeği yedik hatırlamıyorum. O kadar
heyecanlı idik ki! Belki Saliha hatırlıyordur. Daha sonra sormak istiyorum. Ne
yazık ki iki çok yakın arkadaş birbirimizden uzak düştük. Okullar bitince başka
yerlere savrulduk.Artık yalnızca telefonda görüşebiliyoruz.Neyse! Karnımız
doyunca daha bir rahatladık. Diğer arkadaşlara kısa kısa da olsa konuşmaya,
nereden geldiğimizi, hangi sınıfa devam edeceğimizi sormaya başladık. Müdür Bey Saliha ile beni
aynı sınıfa yazdırmış, yurttan daha birkaç kişi de var bizim sınıfta. Biri de sonradan çok
samimi olduğumuz, Sevgili Negan ve Nermin. Aradan bir iki hafta geçip de hem
yurtta, hem okulda bir çok arkadaş edinince bizdeki o çekingenlik uçup gitti.
Sanki kırk yıldır birlikteydik ve can ciğer arkadaştık. Şimdi anlıyorum ki en
yakın arkadaşlarımız hep esprili, şakacı, muziptiler. Ders zamanları dışında
durmadan şakalaşır, her şeye gülerdik.
Yorumlar
Yorum Gönder